Dünyada her şeyin bir vakti, bir zamanı, bir hayatı vardır. Mutlak monarşiler de bir zamanlar dünyada devrini cevrini icra edip müddetini tamamlamış ve maziye mâl olmuşlardır. Bugün bir devlette bu usulü ihya etmeye kalkışmak, bir memlekette telgraf yerine güvercin, posta yerine tatar, elektrik ışığına karşı kandil kullanmak gibidir. Bugün mutlak monarşi ile idare olunan bir devlet asla payidar olamaz.
Şûrâ-yı Ümmet Dergisi, henüz XX. yüzyılın başında mutlak monarşilerin devrini tamamladıklarını bu cümlelerle ifade eder. Bunun farkında olan İranlı aydınlar 1906 yılında şahlarından otoritesini kendileriyle paylaşmasını bir başka devletin himayesiyle de olsa talep etmekten imtina etmediler ve başarılı da oldular. İran basını bu olayı bir gecede alınan bin yıllık yol olarak görmekteydi.
Meşrutiyetin ilanıyla birlikte neredeyse İran çöllerinin dahi yeşereceğine inanmışlardı. Buna karşın bin yıllık iktidarı gölgelenen zillullah-ı fi’l-âlem İran şahı, İngiltere’nin Rusya’yla anlaşmasından sonra, ilk fırsatta tek muktedir olarak kalmak amacıyla meclisi topa tutmuş ve meşrutiyet idaresini askıya almıştı. Bunun üzerine Türk basını İstanbul’da meşrutiyetin ilan edilmesinin de vermiş olduğu coşkuyla hürriyet verilmez, alınır diyerek İranlılara hürriyeti kendi elleriyle elde etmeleri tavsiyesinde bulunmuştu. Türk basınına göre başkalarının eliyle elde edilen hürriyet, zilletten biraz daha halliceydi.
Ömer Alkaç tarafından kaleme alınan Türk ve İran Basınında İran Meşrutiyet Hareketi adlı kitap, şah olmazsa İran da olmaz anlayışından meşrutiyet talebine evrilen bir milletin, demokratikleşme çabalarını Türk ve İran basını ışığında yansıtmaya çalışmaktadır.